KENDİMİZE SÖYLEDİĞİMİZ YALANLAR

09:03:00 Unknown 0 Comments

O kadar benciliz ve kendimizi korumaya adanmışız ki bu uğurda yapamayacağımız şey yok, buna kendimizi türlü türlü yalanlarla kandırmak da dahil. Bizi bu yola iten bitmek tükenmek bilmez egomuz. Aman ona bir zarar gelmesin, kendisi dışında ne varsa yok edip daha da büyüsün.
Küçük hesaplar, geçici bir tatmin bize neler neler yaptırabiliyor… Masumiyetimizi, başkalarına ya da kendimize kanıtlayabilmek için bahaneleri ardı ardına sıralamakta hiç zorlanmıyoruz. Mesela, evde tüm mahalleye yetecek kadar ayakkabımız varken sarf ettiğimiz “Bu  siyah ayakkabılara gerçekten ihtiyacım var.” cümlesi size de bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Ya da “Sigarayı istediğim zaman bırakabilirim.Ben bağımlı değilim ki.” Zaten hiç birimiz “yaşlanmadık.” Artık devir değişti eskinin 30 yaşı şimdinin 40’ı. Bir de bu pazartesi diyete başlıyoruz.
Kendimize söylediğimiz bu yalanlar belki bir süreliğine rahat etmemizi sağlayabiliyor ama uzun vadede motivasyonumuzu düşürüp elde edebileceğimiz güzellikleri de kaçırmamıza sebep oluyor. Hiçbir şeyden tatmin olmayışımızı kendimize yaptığımız “Sen mutluluğu hak etmiyorsun.” telkiniyle maskeleyip çözümsüz hale getirebiliyoruz. “ Özel  veya tek değilsin.”, “ Hayallerin ulaşmak için gerçekçi değil.” , “Şartlar senin başarılı olmanı engelliyor.” telkinleri  tembelliğimize uydurduğumuz kılıflar olmaktan öte gitmiyor.
Bu “pembe” diye adlandırdığımız yalanların en acısı da dile getirmesek bile aklımızdan geçirdiğimiz “ölüm bana çok uzak” tesellisi. Görmezden gelerek gerçekleri yok edebilmek gibi bir kabiliyetimiz yok maalesef. Hz Şems çok  haklı “Her insan ölecek yaştadır.”
Bu kendimizi koruma hastalığımız yüzünden görmezden geliyoruz, yok sayıyoruz, erteliyoruz gerçeklerle yüz yüze geldiğimizdeyse hazırlıksız yakalanıp afallıyoruz.

İşin en tuhaf yanıysa kendimize söylediğimiz bu yalanlara inanırkenki saflığımız. Denize düşenin yılana sarıldığı gibi egosu şişen de yalana sarılıyor sanırım.

O kadar benciliz ve kendimizi korumaya adanmışız ki bu uğurda yapamayacağımız şey yok, buna kendimizi türlü türlü yalanlarla kandırmak da...

0 yorum:

KAPILAR/ PENCERELER

18:47:00 Unknown 0 Comments

Kapılar açılır, kapılar kapanır, örtülür, çekilir, kırılır, kilitlenir, çalınır, dinlenir. Kapıların önünde beklenir, kapısına kul köle olunur. İçerisiyle dışarısı arasındaki sınırdır. Mahremiyetin sembolüdür, arkasında saklandığımız, kendimizi güvende hissettiğimiz bekçidir.

Kimilerine kapattığımız, kimilerine aralık bıraktığımız, bazılarınaysa ardına kadar açtığımız gizemin anahtarıdır. Kapıların bize umut verdiği de görülmüştür. Ne de olsa biri kapanırsa diğeri açılır.

Kapıların ardında başka kapılar bekler kimi zaman. İlkini aşamayan diğerlerini çalamaz. 4 kapı 40 makam tasavvuf yolcularının yolunu gözler. “Şeriat, tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeru/ Evvel kapu şeriat, geçse andan tarikat/ Gönül evi marifet ışk hakikat içinde” (Yunus Emre)
Cennetin 8 kapısı, cehennemin 7 kapısı olması, Rahmeti gazabını geçmiş olanın merhametinin sonsuz işaretlerinden sadece biri. Nitelikten anlamayan akıllarımıza nicelikle verilmiş bir mesaj.
Velhasıl kelam kapı, çalana açılır. Hangi kapıyı çaldığımıza dikkat!

Bir evin dünyaya açılan kapısı: Pencereler… Dört duvar arasından süzülen yollar…

Bir pencere lazım gelir bazı zamanlar, açar açmaz yüreğini sıkıştıran ne varsa söküp atmaya, içindeki isi pusu alıp götürmeye bir pencere yeter bazı zamanlar. Geceleri, gündüzleri görmek istediğimizde ya da taptaze bir nefes için sabırsızlandığımızda aralayıp ferahladığımızdır. Birşeyleri beklerken, önünde hayallerle gerçeklerin birbirine karıştığı, dışarıda oynayan çocukları ya da karşı apartmanın duvarını izlerken korkularımızın, umutlarımızın araya girip zihnimizde dolaştığı bir tualdir. Camındaki dumanlı gözlerimizin yansımasında gerçekler yüzümüze yüzümüze vurur. Pencereden bakmak bir yerde cesaret ister. Kimi zaman bir yüzleşmedir camın ardına dalıp gitmek.

Aslında nereye gidersek gidelim manevi pencerelerimizi yanımızda taşırız. Onlarla hayata bakıp, oradan değerlendiririz, değer biçeriz. Çok sevdiğim bir ablamın sözü geliyor aklıma. “Şimdi ben buradan bakınca ne görüyorum.” demişti dükkanın penceresini göstererek. “Camda leke olmuş. Camdaki lekeye bakarsam lekeyi görürüm. Halbuki camın arkasına bakarsam ne görürüm. Çiçekler, bulutlar neler neler görürüm. Lekeye bakıp kalırsam camın arkasındaki güzellikleri göremem ki. Siz de camdaki lekeye değil camın arkasına bakın.”


Taş duvarların arasından bizlere iyilik ve güzellikleriyle mutluluk kapılarını açan, sevgi pencerelerini aralayan değer biçilemez sevgili dostlarımıza varlıklarıyla hayatımıza kattıkları bütün her şey için sonsuz teşekkürler.

Kapılar açılır, kapılar kapanır, örtülür, çekilir, kırılır, kilitlenir, çalınır, dinlenir. Kapıların önünde beklenir, kapısına kul köle o...

0 yorum:

MUTLU İNEKLER

18:35:00 Unknown 0 Comments

Güneş doğarken yemyeşil çayırların üstüne, sevgiyle beslenen inekler mutlulukla süt vermeye koyuluyorlar. Bu sahneyi gördükten sonra şanslı ineklerin çiçeklerle kelebeklerle bezenmiş doğal ortamlarını mı kıskanayım yoksa bu yaşıma kadar adıma bir mani bile düzülmemiş olan ben, ineklere adanmış şarkıları duydukça gençliğime mi yanayım bilemedim doğrusu.
Hepimizin bildiği üzere reklamcılığın amacı, satın almamızı istedikleri şeyleri bize satabilmek, bunları istememizi, ihtiyaç duymamızı sağlamaktır. Bunu yaparken de aslında bizim de görmezden geldiğimiz bazı göz boyamalar, gerçekleri saptırmalar, dikkatleri farklı yöne çekmeler kullanılmaktadır. Oynanan oyunu tüketici de gönüllü olarak kabullenmekte, reklamcıyla tüketici arasındaki bu yazısız anlaşmaya ister istemez herkes uymaktadır.
Mesela, bahsi geçen reklamdaki süt veren mutlu ineklerin nereden geldiğini düşünüyoruz? İçgüdüsel olarak onların doğal ortamda yaşadıklarını düşünmek bizim hoşumuza gider. Reklamdaki bu ortam,  gerçekte sağlanabilecek en güzel ortamdan bile daha lüks, süslenip püslenmiş bir masallar diyarıdır fakat hepimiz biliyoruz ki durum hiç de öyle değil. Soframıza gelen sütlerin tabiri caizse “inek cenneti” nde yaşayan mutlu ve aşık ineklerden geldiğini düşünmek bize daha romantik geliyor.
Peki bu izlenimi bize nasıl veriyorlar? “Çiftlikten taze”, “%100 doğal” gibi sloganları görüp kendimizi daha rahat hissediyoruz.  Bu sözler aslında ne anlama geliyor? Gerçek bir çiftlik nasıl olur? Gerçekte var olan “Yoğunlaştırılmış hayvan besleme sistemi”. Bu slogan pek de çekici görünmüyor. Bunun yerine kullanılan  “çiftlikten taze” sloganı çok daha masum değil mi?
Yoğunlaştırılmış hayvancılık bir zaruret sonucu doğmuştur. Kaynakların aşırı bir şekilde kıt olduğu savaş döneminde hayvancılık mümkün olduğunca tutumlu bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Yoğunlaştırılmış hayvan tarımında çok sayıda hayvan dar bir alanda tutulur ama maalesef bu hastalıklara ve hastalıkların çabuk bulaşmasına sebep olur. Dünyadaki tüm antibiyotiklerin %50’sinin çiftlik hayvanlarının üzerinde kullanıldığı bir sır değildir. Gelişimci bir dil kullanılarak bu konu tüketiciye şu şekilde aksettirilir; “hayvancılığın daha verimli bir hal almasıyla birlikte veterinerler yeni teknoloji ve metotları uygulamalarına dahil etmişlerdir”. Bu gelişimdir ve halk üzerinde olumlu bir izlenim bırakır.
Geleceğin tüketicilerine yönelik olarak yaptıkları şey ise çocukları, gelişimciliğin kullanıldığı gerçeğine odaklamaktır. Böylece, onları pis ortamlardan ve hastalıktan çekip kurtarmış olurlar. Temiz ve sağlıklı ortamlarda yetiştirilen hayvanlardan ise kimseye zarar gelmez.

Son olarak, bizler markete gittiğimizde ürünlerin nereden geldiğini düşünmek istemeyiz, hayvanların nasıl yetiştirildiği, onlara nasıl davranıldığı hakkında düşünmek istemeyiz. Gönüllü cehaletin gücü yabana atılamaz. Bu, büyük çapta gerçekleştirilen sistematik bir zulümdür. Hayvanları daracık bölmelere hapsetmek öncelikle onların yaratılışına aykırıdır. Tüketici olarak gerçeklerle yüzleşmekten kolayca kaçabiliyoruz çünkü herkes bu olanlara göz yummaya hazırdır. Pazarlamacılar, işlerini daha kolay hale getirdiğimiz için biz tüketicilere büyük bir teşekkür borçlu.

Güneş doğarken yemyeşil çayırların üstüne, sevgiyle beslenen inekler mutlulukla süt vermeye koyuluyorlar. Bu sahneyi gördükten sonra şans...

0 yorum:

AMEL DEFTERİ

18:17:00 Unknown 0 Comments

“Hayatımı yazsam roman olur.” diyenler müjde! Hayatınızı sizin yerinize yazan birileri var hem de en ince ayrıntısını bile es geçmeden. Ancak neticesi bir ‘kurtuluşa erme hikayesi’ mi yoksa ‘kendine yazık etme’ hikayesi mi olur orası size kalmış.
Hayatın akışına kapılmış halde yaşayıp giderken amellerimizin, bekaya uzanan bir deftere durmaksızın kaydedildiğinin farkında mıyız? Sevapları yazan meleğin işini yaparkenki acelesinin ve hevesinin, günahları kaydeden görevdaşının aldığı emir üzere “Belki tövbe eder.” diye bekleyişinin, tövbe edilmediği takdirde o günahı kaydederkenki hüznünün farkında mıyız? Farkında olsak böyle yapar mıyız?
Ömrümüzü nerede tükettiğimizi, gençliğimizi nasıl geçirdiğimizi, malımızı nerede kazandığımızı, nereye harcadığımızı, yaşarken kendi ellerimizle yazdığımız defterden okuyacağız. Çeşitli hadislere göre, bu hesabın aracı olmaksızın Allah tarafından görüleceği bildirilmektedir. İşte o anda salih amellerle dolu defterimiz elimizde Allah’ın güzelliğine dalıp gitme zevki varken, günahların veballerin yüküyle boynu bükük kalmanın, bu zevki suçlulukla bozmanın ne lüzumu var…
Kirâmen Kâtibîn adı verilen melekler tarafından yazılan bu defterler hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay halimize derler, bu nasıl kitapmış. Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez" (el-Kehf 18/49). Mahşer gününde amel defterlerimiz yaptıklarımızın bir ispatı olarak bize müjde de olabilir bir kara haber de. Görülecek olan büyük hesabın sonunda sonuç ne olursa olsun adalet yerini bulacak dahası adaletten öte rahmet tecelli edecektir. Şöyle ki bir sevaba verilen karşılık belki bire yüz iken, tövbe edildiği takdirde günahlar defterden silinecek umulur ki yaşanan pişmanlığın hatırına sevaba dönüşecek.
O dehşetli günde sağ yanını gözleyen nefislerimizin umduğuna kavuşması duasıyla  güzel bir beyiti paylaşmak istiyorum.
“Bakma yâ râb sevâd-ı defterime
 Anı yak ateşe benim yerime”
(Ya Rab! Amel defterimin siyahlığına bakma
Benim yerime ateşte onu yak)

“Hayatımı yazsam roman olur.” diyenler müjde! Hayatınızı sizin yerinize yazan birileri var hem de en ince ayrıntısını bile es geçmeden. A...

0 yorum:

DUA

18:04:00 Unknown 0 Comments

İktisat bilimi “İnsanın sınırsız ihtiyaçlarının, sınırlı kaynaklarla karşılanmasıdır.” Sınırsız ihtiyaçlarımızı sınırsız bir kaynaktan besleme şansımız da var. Dua ,insanın sınırsız ihtiyaçlarını, hazinesi sınırsız olan Allah’a C.C. arz etmesi, ondan derdine derman dilemesidir ki aslında derman duanın kendisidir.

Dua, yüksek bir bilinç halidir. Hakikatte neye muhtaç olduğumuzu bizden daha iyi bilen ve bunu vermeye istekli hem de muktedir olan birisinin varlığını kabul etme hali, Allah’a C.C. ne kadar muhtaç olduğumuzun en samimi şekilde itirafıdır. Dua eden kişi kibrini bir kenara atmış, gaflet uykusundan uyanmış demektir.

Hem sınırsız acizliğe hem de sınırsız ihtiyaçlara sahip olan insan için, Allah’ın C.C. sınırsız kudret ve cömertlik sahibi olduğunu bilmek çok önemli. Her şey zıddıyla bilindiğine göre, acizliğimizi bilerek onun kudretini, ihtiyaçlarımızı bilerek onun cömertliğini idrak edebiliriz bu da en güzel dua ile olur.

Dua ederken Muhatabımızın kim olduğunun farkında mıyız? İstediklerimizi vermekle onun hazinesinin azalmayacağının, “zor” diye bir şeyin söz konusu olmadığının farkında mıyız? Onun için bir çiçeği vermek ne kadar kolaysa cenneti vermek de aynı derecede kolay, bir karıncayı yaratmakla, bütün insanları mahşer yerinde toplamak arasında bir fark yok.

Kanaat edilmeyecek bir yer varsa o da dua konusudur. Duanın, az şey istersem elde etme şansım daha yüksek olur diye bir mantığı yok. Hatta ne kadar çok istersek Allah’ın o kadar çok hoşuna gidecektir. Bu, “el- Mütekebbir (her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren), el-Kadir (istediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten)” gibi esmalarını idrak ettiğimizi gösterir.

Ne büyük bir lȗtufa mazhar olmuşuz da haberimiz yok. “İste” deniliyor, “Helal dairesindeki her şeyi isteyebilirsin, çekinme yeter ki benden iste.” İnsanlardan istedikçe bizden uzaklaşırlar, Allah’tan istedikçe o bize yaklaşır.

Sıkıntılı haller, güçsüz, aciz kaldığımız durumlar dua vaktinin geldiğini gösterir derler, o halde duanın vakti hiç geçmeyen bir vakit, nefes aldığımız her an. Eğer O izin vermezse aldığımız nefesi  bile veremeyiz.

Hz Ali (R.A.) “Ben  Allah’ı istediklerimin olmamasıyla bildim.” buyurmuştur.  Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) göz bebeği olan Hz Ali (R.A.) böyle söylemişse bize ne oluyor da bu kadar acele ediyoruz. Dua ettikten sonra isteklerimizin hemen olmaması ya da daha farklı bir şekilde olması da bize Allah’ı bildirmek için bir vesiledir. Hz Ali (R.A.) bu sözle neyi kastetmiş olabilir? Şöyle ki eğer her istediğimi elde etseydim, sonucu kendimden ya da sebeplerin bir araya gelmesinden zannederdim. O zaman  sebepleri Yaratan’a değil, sebeplerin kendisine sarılırdım, bu da büyük bir yanlış olurdu. Oysa O izin vermezse bütün sebepler bir araya gelse, bütün mahlukat bir iş için çalışsa bir sonuç meydana gelmez,  ama O bir şeyin olmasını istedi mi bütün mahlukat bir araya gelse engel olmaya çalışsa olacak olanın önüne geçemez.

Ya Rabbi, derdim sensin, dermanım sensin. Ya Rabbi, senden başka kimimiz var, senin kapından başka gidecek yer mi var? Rahmet kapın hiç kapanmaz. “Buyur kulum” dersin, “Amin” deriz. Sen “kulum” dersin biz “Ya Rab” deriz. Sana karşı geliriz yine de sana geliriz.


Her şeyin ötesinde dua, Sevgili ile hasbihal etmenin bir bahanesi, en çok kendimiz olduğumuz, kendimizi bulduğumuz hâlimizdir.

İktisat bilimi “İnsanın sınırsız ihtiyaçlarının, sınırlı kaynaklarla karşılanmasıdır.” Sınırsız ihtiyaçlarımızı sınırsız bir kaynaktan besl...

0 yorum: